Anlatılacak çok şey var demiştim.
Çok anı, çok fotoğraf..
Düşündükçe, anılar mı fotoğrafların peşisıra geliyor, yoksa fotoğraflar mı anıların bilmiyorum. Ama onları kucakladığımda, artık hep deniz ve güneş kokulu yaz zamanları geliyor aklıma. Sıcak öğle sonraları ve serin, bol yıldızlı geceler.. Oysa mor atkılı bir güz kızıydım ben, şimdi yaz mı beni böyle sarhoş, böyle deli, böyle beyaz elbiseli, çıplak ayaklı yapan?
(hep billur bir küreye koyup saklamak ve özledikçe elimde küreyi hafifçe sallayarak uçuşan karların arasından bakmak istiyorum onlara..)
Başlangıçta, uyuyordum.
Sonra uyanıyordum ve zeytin ağaçlarını seçiyordum otobüs camından, hayal meyal.. Kokuları gelmiyordu henüz burnuma. Sadece uyumak istiyordum. Omzuma yaslanmış baştan, daha çok var mı olduğunu zannettiğim soru cümleleri duyuluyordu, hayal meyal.. Otobüs, masal kentimize giriyordu, hayal meyal...
Sanki hep orda, anahtarını kilitte döndürmemizi bekleyen "evimiz"e gittik sonunda..
Bir gün bizim olması hayallerini kurduğumuz, hatta bunun için çocukca senaryolar yazıp eğlendiğimiz..
O eski Rum evi.. hani bir vakitler bir rahibin yaşadığı, taş merdivenleri büyülü...
Pencereden baktım..
Çatılarda gezen kedilere, uzaktan gülümseyen denize, eski kiliseye, anılarıma, anılarımıza.. Düne, bugüne, yarına.
Yaz her zamankinden güzeldi..
Her zamankinden beyaz..
Kokladığınızda ruhunuza işleyecek bir beyaz hem de, sıcacık, şeffaf, sevecen bir beyaz...
Bundan mıydı Cunda'daki tüm kedilerin uyuklaması, sonra denizden gelen iyot kokusuna aldanıp balıkçı sandallarına koşması?
Günbatımının eşsiz renkleri miydi yoksa, insanı asıl büyüleyen..
Beyaz değil de gümüş müydü, yoksa turkuaz mı, ebruli mi..
Ama güzeldi Cunda..
Şalını omuzlarından aşağı bırakıvermiş, rakısına buzu parmaklarıyla atan, davetkar Ege güzeli, mihrabı yerinde hani.
Rakı güzeldi, buğusu üstünde soğuk kavun güzeldi, peynir güzeldi.
Dahası da vardı tabi...
Hepsi rakıya yoldaşlık etmek üzere dizilmişlerdi masaya, bir güzel kıyıda, eli bol bir şefin elinden, Nesos'ta.. "yarımşar porsiyon" mezelerimizle ben, çok özlediği çipurasıyla sevgilim mutluydu.
Birkaç yıl önce bir güzel buluşmada, ayın doğuşuna tanık olmuştum bu kıyıda.
Yine doğdu ay, bu kez ikimize de hoşgeldin demek için.
Ay yükseldi, kadehler yükseldi, ön ve arka masalardan yükselen kahkaha sesleriyle birlikte, aldığım her yudumda gülümseyerek bir denize, bir sevgilime baktım. Kainatın ışıklı sarkacı da gülümsüyordu...
Nesos'un sürprizine ne denir?
Unuttuğum, usulcacık masamıza bırakıldığında çocuklar gibi sevindiğim.
Üstüne vişne reçeli dökülmüş bir dilim Ayvalık loru...
Damakta danseden bir lezzet, hani tutmasanız kendinizi, kalkıp eşlik edeceğiniz...
"en karanlık saati gecenin gün doğmadan az önce olan zaman"
Sokaklarda gecenin sarı ışığı, dilimizde İrem şarkıları.. sevgilimin eli bir bende, bir fotoğraf makinesinde.. durmadan kaydetmek istiyorduk bu görüntüleri, hep olmak istediğimiz bu yerin aldığı her nefesi..
Çünkü zaman, biz birşey anlamadan geçiyordu..
Asla bitmesin istediğimiz dakikalar zamanın kara kuyusuna yuvarlanıyor, bize sadece görüntüler kalıyordu.. Üstelik o eski evlerin ruhu vardı, taş sokaklarında topuklu ayakkabılarla ya da sandaletlerle yürümüş nice kadının düşleri kalmıştı pencere pervazlarında..
.. şimdi sımsıkı kapalı o pencerelere ancak dışarıdan bakabiliyorum, duvarlarına tutunuyorum usulca, geçip gitmiş zamana dokunmak istiyorum ben, o eski evlerde uyumak istiyorum, düşlerimde o eski kadınlardan olmak istiyorum, bu evleri istiyorum ben.. gün batınca akşamsefalarımı sulayıp soframa keten örtüler sermek, sevgilimin yolunu pencerelerde gözlemek.. 1891'de, Ayvalık'ta olmak istiyorum.. uyumak istiyorum en çok bu yüzden...
Masaldan görüntüler devam edecek...